Kungfu filmlerinde milliyetçiliğin izlerini sürerken

On dokuzuncu yüzyılda milliyetçiliğin gelişmesindeki en etkili araç roman ve gazete olurken yirminci yüzyılda sinema bu basılı türlerin yerini almıştır. Bu anlamda Çin sinemasının son yüzyıldaki yolculuğu Çin milliyetçiliğinin gelişiminden bağımsız düşünülemez. Sadece propaganda niteliği taşıyan değil, tarihi arka plana oturtulmuş çok sayıda kungfu filmi de milliyetçi motiflerle bezenmiş, bu sayede toplumsal hafızada önemli bir yer edinmiştir.

Çin’in kungfu filmlerinin milliyetçi söylemle buluşmasında Bruce Lee öncü bir figür olarak ortaya çıkar. 1970’lerde başrollerini oynadığı filmler bu türün seyirci ve yapımcılar nezdinde hızla popülerleşmesinin önünü açmıştır. Dövüş sanatları, Bruce Lee muzipliği ve sinema estetiği ile buluşunca her kapıyı açan sihirli bir anahtara dönüşür. Öyle ki kungfu filmleri Türk sinemasında olduğu gibi dünya sinemasında da modernite öncesi geleneksel değerler ile tarihi kahramanlık hikayeleri üzerine kurulu yeni bir türün ortaya çıkmasına vesile olmuştur (bkz. Tarkan ve Battal Gazi serileri).

Bruce Lee, 1973 (Kaynak: wiki commons)

Örneğin, Öfkenin Yumruğu filminde Bruce Lee Çin’deki Japon temsilciler tarafından ustası öldürülen Chen Zhen karakterini canlandırır. Kungfu romanlarıyla tanınan Hong Konglu yazar Ni Kuang’ın yarattığı bu karakter Avro-Japon emperyalistlerin kafasındaki tipik Çinli imajına bir başkaldırı olarak kurgulanmıştır. Sömürgeci devletler karşısında sessizce teslim olmuş, zayıf ve uysal Çinli tiplemesine karşı Bruce Lee’nin Chen Zhen’ı fiziksel olarak kuvvetli ve öfkeli bir delikanlıdır. Şanghay’ın yabancılara ayrılmış imtiyaz bölgesindeki Japonların Çin’i “doğunun hasta adamı” ifadesiyle aşağılamasına sessiz kalmayacak, Japonlar tarafından öldürülen ustasının intikamını alırken Çin’in ulusal onurunu restore edecektir.

Yumruğun Efsanesi: Chen Zhen’in Dönüşü (2010) Netflix’te izlenebilir

Bruce Lee’nin ilk kez 1972’de canlandırdığı Chen Zhen karakterinin 2010 yılında yeniden canlandırılması basitçe Çin sinemasının kâr hırsı ile açıklanamaz. 2000’li yılların başında Çin milliyetçiliğinin yeni bir aşamasına geçmiş bulunuyoruz. Hollywood yapımlarına eşdeğer süper kahraman hikayeleri Çin’in küresel siyasette özgüveninin arttığı ve batı dünyası ile uyumlu kalkınma stratejisi yürüttüğü bu dönemde oldukça önem kazandı. Bu yüzden Japon işgaline karşı direniş hala ana tema olarak kullanılsa da filmin Birinci Dünya Savaşı’nda başlaması ilginç bir tercih. On yıl öncesine kadar fazla hatırlanmasa da Birinci Dünya Savaşı’nda 140,000 kadar Çinli işçi İngiliz ve Fransız ordularına büyük katkı sağladı (siper kazmak, mühimmat taşımak, ölü ve yaralıların nakliyesi gibi alanlarda). Bu tecrübe pek çok Çinli işçinin Avrupa’daki sınıf hareketleri ve komünist ideoloji ile tanışmasına vesile oldu. Büyük bir kısmı savaş sonunda ülkelerine geri döndüklerinde Çin devrimci hareketinin öncü neferleri oldular.

Bu arka planda düşünüldüğünde Chen Zhen’ın ülkesine dönüp Japon işgalcilere karşı halkını korumaya girişmesi Çin Komünist Partisi’nin bu dönemki misyonuyla örtüşmektedir. Diğer taraftan Mao Zedong, Komünist Parti kurulmadan önceki ilk yazılarından birinde fiziksel zindeliğin önemine vurgu yapmış olsa da devrim sonrası dönemde kungfunun bir feodal kalıntı olduğu algısı yaygınlaşmış, dövüş okulları kapatılırken kungfu filmlerinin yapımı da durdurulmuştur. 1980’lerde başlayan Reform dönemiyle birlikte Çin dövüş sanatlarının hızla eski popülerliğine kavuştuğunu söyleyebiliriz–tabi ki batılıların bildiği şekliyle kungfu olarak değil otantik Çin dövüş sanatı wushu olarak. Çin’in girişimleri sonucu wushu artık bazı olimpiyat oyunlarında resmi olarak tanınıyor.

Yumruğun Efsanesi’nin dönüşünden bu yana Çin milliyetçiliği bir kez daha büyük bir değişim geçirdi. 2012’ye kadar “uyumlu toplum” ilkesi ile şekillendirilen Çin politik kimliği Xi Jinping’in iktidara gelişiyle daha iddialı ve hatta agresif bir karakter kazandı. Özellikle Amerika ile rekabetin hızla tırmandığı bu dönemin yansımalarını 2016 sonrası filmlerde görmek mümkün. Bruce Lee’nin dövüş ustasının hayatını konu alan Ip Man serisi iyi bir örnek teşkil ediyor.

Donnie Yen’in başrolünü oynadığı serinin ilk filminde (2008) Ip Man efsanesinin doğuşuna şahitlik ederiz. Ip Man dövüş kulüpleri ile bilinen Foshan’ın ünlü dövüş ustalarındandır. Oldukça varlıklı bir aileden gelen Ip Man dövüş hocalığı yapmaya tenezzül etmez. Fakat Japon işgalinin başlamasıyla bölgenin tüm alt yapısı çöker. Elit arka planına rağmen Ip Man, ailesini geçindirmek için işçi pazarlarında iş aramaya başlar. Bu sırada Japon askerlerinin Çinlilere yaptığı aşağılayıcı muameleye şahit olur ve ülkesini savunmak için dövüşmeye karar verir. Ne tesadüftür ki insanlara savunma teknikleri öğretmeye arkadaşının tekstil fabrikasında başlar. Tıpkı Komünist Parti gibi Ip Man da Japon işgalcilere ve Çinli başıbozuklara karşı direnişi örgütlemeye işçilerden başlar.

Serinin 2010 yılında çekilen ikinci filmi Hong Kong’a kaçan Ip Man’in burada bir dövüş okulu açma çabasıyla başlar. Her köşeyi kapmış Hong Kong dövüş kulüpleri tanımadıkları bu yeni ustaya kolay geçit vermeyeceklerdir. Fakat Çinli ustalar ve öğrenciler arasındaki çekişme kısa süre sonra bu grupların İngiliz sömürge idaresinin yolsuz memurlarına karşı birleşmesiyle son bulur. Bu noktadan sonra filmin çatışma noktası dövüş okulları arasındaki çekişmeden Çin ve batı felsefeleri arasındaki rekabete kayar.

2015 yapımı Ip Man 3 de benzer bir yapıya oturur. Bir tarafta birbiriyle rekabet eden Çinli dövüş ustaları diğer tarafta ise Hong Kong’da bir okul arazisine göz dikmiş yabancı yatırımcılar. Film Ip Man’ın ailenin tüm bu çatışmalardan daha önemli olduğunu hatırlatması ile son bulur.

Ip Man serisinin en önemli kırılması 2019 yılında çekilen serinin dördüncü ve son filminde gerçekleşir. Film, Ip Man’in oğluna okul aramak üzere San Francisco’ya gidişiyle başlar. Burada öncelikle Bruce Lee’nin Çin dövüş sporlarını Amerikalılara kabul ettirme çabasına şahit oluruz. O zamana kadar Amerikalılar sadece müttefikleri Japonya’nın karatesini batı dövüş tekniklerinin muadili olarak kabul etmekte, Çin dövüş sanatlarını (ve elbette Çin’i) henüz ciddiye almamaktadır. Aynı şekilde San Francisco Çin mahallesindeki Çinli göçmenler büyük bir ırkçı ayrımcılığa maruz kalmaktadır. Amerikan askerlerinin kungfuyu aşağılamak için kullandığı ifadeler Amerika’daki ırkçı bakış açısının yansımasıdır. Her birinde Çinli erkeklerin yeterince maskülen olmadıkları ima edilmektedir ki bu dil on dokuzunca yüzyıldan beri et değil pirinç yiyen ve özellikle çamaşırhane işleten Çinli göçmenler için sıkça kullanılmıştır. Böyle bakıldığında serinin son filminin Çin’in sınırlarını aşıp Amerika’ya ulaşması, buradaki göçmen grupların yaşadığı zorlukları merkezine alması Çin milliyetçiliğinin savunmacı bir duruştan çok daha özgüvenli ve rakiplerinin açıklarını yüzlerine vurmaktan çekinmeyen ofansif bir söyleme evrilmesi olarak anlaşılabilir. Zaten bu yüzden pek çok izleyici filmin propaganda yanını eleştirdi.

Elbette amacım film yapımcılarının bütün bu kurguyu bilinçli bir şekilde yaptıklarını iddia etmek değil. Ama yazının başında da belirttim: milliyetçilik sanatsal üretimi şekillendirdiği gibi sanatsal ürünler de bireylerin ülkeleri ve toplumlarıyla kurduğu ilişkiyi belirlemede büyük rol oynuyor. Artistik kungfu sahnelerini izlemek ne kadar keyifli olsa da insan bu arka planı düşünmeden edemiyor.

Leave a comment