Her Şeyin Şafağı’nda Eşitlik-Özgürlük Açmazı
Tarihçilikte ve sosyal bilimlerde ilginç sorular sormak bazen kesin cevaplar bulmaktan daha önemlidir. 2020 yılında kaybettiğimiz Amerikalı antropolog David Graeber ile İngiliz arkeolog David Wengrow’un birlikte kaleme aldıkları Her Şeyin Şafağı, kusursuz cevaplardansa çığır açan sorular sorma iddiasında bir kitap. İnsanlık tarihine dair tüm varsayımlarımıza meydan okumakla kalmıyor insan topluluklarının ekonomik, kültürel ve politik organizasyonuna dair sıra dışı bir bakış açısı sunuyor.
Kitap üzerine çalışmaya başladıklarında yazarların hedefi zamanında J. J. Rousseau’nun yaptığı gibi toplumsal eşitsizliğin kökeni üzerine düşünmekmiş. Çalışma ilerledikçe “eşitsizliğin kökeni” sorusunun kendisinin de bir tarihi olduğunu fark edip, aslında eşitlik gibi muğlak bir kavram üzerinden insanlık tarihini yorumlamanın çok da verimli olmadığına kanaat getirmişler. Bu noktadan sonra odaklarını eşitsizlik sorunsalından insanlık tarihindeki tarım devrimi ve kentleşme gibi kritik dönemeçlerin sosyopolitik sonuçlarına kaydırmışlar. Yeni soruları şu olmuş: İnsanlar hangi tarihsel süreçler sonucunda maddi zenginliği güce çeviren toplumsal sistemler icat ettiler? Sonuçta ortaya güncel arkeolojik bulgularla tarihsel kayıtları ve antropolojik çalışmaları sentezleyen alabildiğine kapsamlı ama bir o kadar da yereli dikkate alan bir insanlık tarihi çıkmış. Üstelik antik Mezopotamya krallıklarından Amerikan yerlilerine ve Pasifik Adaları’na kadar uzanan geniş bir coğrafyadan örneklerle.
Kitap, tüm dünyada geniş okuyucu kitlelerine ulaşmış Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens (Yuval Noah Harari) ve Tüfek, Mikrop ve Çelik (Jared Diamond) kitaplarıyla benzer temaları işlerken kavramsal olarak Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (F. Engels) ve Kendini Yaratan İnsan (Gordon Childe) geleneğinde konumlanıyor. Diğer taraftan tüm bu çalışmalarla eleştirel bir diyalog geliştiriyor.
Örneğin yazarlar, Gordon Childe’ın insanın doğadaki diğer türlerden belirli doğal şartlara değil değişen koşullara adaptasyon yeteneği ile ayrıştığı, yani sınırsız yaratıcı kapasitesi olduğu iddiasını başlangıç noktası olarak alıyorlar. Fakat Childe’ın tarımın icadını “Neolitik Devrim” diye nitelemesini ya da kentleşmeyi tarım devriminin ve ona bağlı nüfus artışının bir sonucu olarak yorumlamasını yanıltıcı buluyorlar.
Benzer şekilde Engels’in antropolojik veri kullanarak doğrusal (linear) tarih anlayışına getirdiği eleştiriyi, yani her tarihsel ilerlemenin aynı zamanda bir gerilemeye de işaret edebileceği tezini, kendi çalışmalarının ana eksenlerinden biri yapıyorlar ama Engels’in ilkel toplumlardaki komün pratiklerini ekonomik sistemler olarak yorumlamasına itiraz ediyorlar. Onlara göre ilkel komünizm karşılıklı yardım/imece usulü işleyen bir sosyalleşme biçimi. Dolayısıyla özel mülkiyetin ve devletin gelişimi tarım devriminin ve yerleşik hayata geçişin kaçınılmaz sonucu olarak algılanamaz.
Harari ve Diamond’ın erken dönem insan topluluklarını insanlığın çocukluğu olarak gören, hatta avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçişi “insanlığın en büyük hatası” olarak tanımlayan, kısacası aşağı yönlü karamsar tarih anlatısını ise toptan reddediyorlar. Onlara göre bu bakış açısı, kolonyal yayılmacılık döneminde Avrupalı kaşif ve entellektüellerin dünyanın farklı noktalarındaki yerli yaşam pratikleriyle karşılaştıklarında geliştirdikleri bir tür savunma.
Graeber ve Wengrow, Amerikan yerlisi entellektüellerin Avrupa’nın para hırsı üzerine kurulu eşitliksiz ve köleleştirici toplumsal düzenine getirdiği eleştirileri bir paradigma kayması olarak yorumluyor.
Bence burası kitabın en çarpıcı noktası. Bizler Edward Said’in Oryantalizm eleştirisinden bu yana Avro-Amerikan geleneğin Doğudan gelen eleştirilerine aşinayız. Her Şeyin Şafağı ise insanlık tarihine uzun erimli bir perspektiften bakarak ve Eski Dünya’yı coğrafi bir bütün olarak ele alarak bizlere aslında Avrupa ve Doğu medeniyetlerinin aynı felsefi gelenekler olduğunu hatırlatıyor (birbirinin devamı olan ve eski dünyada büyük bir coğrafi alanı etkisi altına alan semavi dinlerin düşünsel hayatın belirleyicisi haline geldiğini hatırlayalım). Avrupalı entellektüellerin 16. yüzyılda Yeni Dünya (Amerika) yerlileri ile karşılaşması ise—ki Avustralya ve Pasifik Adaları’na daha geç ulaşıyorlar—yeni bir kırılmayı temsil ediyor. Bu yüzden Graeber ve Wengrow, Amerikan yerlisi entellektüellerin Avrupa’nın para hırsı üzerine kurulu eşitliksiz ve köleleştirici toplumsal düzenine getirdiği eleştirileri bir paradigma kayması olarak yorumluyor. Sonunda insan özgürlüğünü merkezine alan bu “yerli eleştiri” Avrupalı alimlerin “mahir” ellerinde eşitsizlik sorunsalına dönüşüyor ve insanlığın, yazarlara göre, en temel arayışı olan özgürlüğü gölgede bırakıyor.
Akıcı üslubuna rağmen kapsamı ve uzunluğu dolayısıyla kitabın ana argümanını takip etmek zor. İlkel toplumlardan Amerikan yerlilerinin modern dönemdeki pratiklerine uzanan kronolojik sıçramalar tarihçileri rahatsız edecek boyutta. Pek çok konuda güncel çalışmalara referans verilmekle birlikte kimi noktalarda eserleri uzun zaman önce yayınlanmış antropologların yorumlarına dayanan iddialar metnin inandırıcılığına gölge düşürüyor. Yine de yazarlar en azından insanlık tarihine dair bildiklerimizin hala çok sınırlı ve her gün değişebilir olduğunu kabul ediyor. Bu farkındalıkla cesur sorular sormaktan, yorumlarını en uç noktalara taşımaktan imtina etmemişler. İyi ki de etmemişler, çünkü sonuçta anarşist tarih yazıcılığının günümüzdeki belki de en önemli eserini ortaya çıkarmışlar.