Her Şeyin Şafağı’nda Eşitlik-Özgürlük Açmazı

Tarihçilikte ve sosyal bilimlerde ilginç sorular sormak bazen kesin cevaplar bulmaktan daha önemlidir. 2020 yılında kaybettiğimiz Amerikalı antropolog David Graeber ile İngiliz arkeolog David Wengrow’un birlikte kaleme aldıkları Her Şeyin Şafağı, kusursuz cevaplardansa çığır açan sorular sorma iddiasında bir kitap. İnsanlık tarihine dair tüm varsayımlarımıza meydan okumakla kalmıyor insan topluluklarının ekonomik, kültürel ve politik organizasyonuna dair sıra dışı bir bakış açısı sunuyor. 

Kitap üzerine çalışmaya başladıklarında yazarların hedefi zamanında J. J. Rousseau’nun yaptığı gibi toplumsal eşitsizliğin kökeni üzerine düşünmekmiş. Çalışma ilerledikçe “eşitsizliğin kökeni” sorusunun kendisinin de bir tarihi olduğunu fark edip, aslında eşitlik gibi muğlak bir kavram üzerinden insanlık tarihini yorumlamanın çok da verimli olmadığına kanaat getirmişler. Bu noktadan sonra odaklarını eşitsizlik sorunsalından insanlık tarihindeki tarım devrimi ve kentleşme gibi kritik dönemeçlerin sosyopolitik sonuçlarına kaydırmışlar. Yeni soruları şu olmuş: İnsanlar hangi tarihsel süreçler sonucunda maddi zenginliği güce çeviren toplumsal sistemler icat ettiler? Sonuçta ortaya güncel arkeolojik bulgularla tarihsel kayıtları ve antropolojik çalışmaları sentezleyen alabildiğine kapsamlı ama bir o kadar da yereli dikkate alan bir insanlık tarihi çıkmış. Üstelik antik Mezopotamya krallıklarından Amerikan yerlilerine ve Pasifik Adaları’na kadar uzanan geniş bir coğrafyadan örneklerle. 

Kitap, tüm dünyada geniş okuyucu kitlelerine ulaşmış Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens (Yuval Noah Harari) ve Tüfek, Mikrop ve Çelik (Jared Diamond) kitaplarıyla benzer temaları işlerken kavramsal olarak Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (F. Engels) ve Kendini Yaratan İnsan (Gordon Childe) geleneğinde konumlanıyor. Diğer taraftan tüm bu çalışmalarla eleştirel bir diyalog geliştiriyor.  

Örneğin yazarlar, Gordon Childe’ın insanın doğadaki diğer türlerden belirli doğal şartlara değil değişen koşullara adaptasyon yeteneği ile ayrıştığı, yani sınırsız yaratıcı kapasitesi olduğu iddiasını başlangıç noktası olarak alıyorlar. Fakat Childe’ın tarımın icadını “Neolitik Devrim” diye nitelemesini ya da kentleşmeyi tarım devriminin ve ona bağlı nüfus artışının bir sonucu olarak yorumlamasını yanıltıcı buluyorlar. 

Benzer şekilde Engels’in antropolojik veri kullanarak doğrusal (linear) tarih anlayışına getirdiği eleştiriyi, yani her tarihsel ilerlemenin aynı zamanda bir gerilemeye de işaret edebileceği tezini, kendi çalışmalarının ana eksenlerinden biri yapıyorlar ama Engels’in ilkel toplumlardaki komün pratiklerini ekonomik sistemler olarak yorumlamasına itiraz ediyorlar. Onlara göre ilkel komünizm karşılıklı yardım/imece usulü işleyen bir sosyalleşme biçimi. Dolayısıyla özel mülkiyetin ve devletin gelişimi tarım devriminin ve yerleşik hayata geçişin kaçınılmaz sonucu olarak algılanamaz. 

Harari ve Diamond’ın erken dönem insan topluluklarını insanlığın çocukluğu olarak gören, hatta avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçişi “insanlığın en büyük hatası” olarak tanımlayan, kısacası aşağı yönlü karamsar tarih anlatısını ise toptan reddediyorlar. Onlara göre bu bakış açısı, kolonyal yayılmacılık döneminde Avrupalı kaşif ve entellektüellerin dünyanın farklı noktalarındaki yerli yaşam pratikleriyle karşılaştıklarında geliştirdikleri bir tür savunma. 

Graeber ve Wengrow, Amerikan yerlisi entellektüellerin Avrupa’nın para hırsı üzerine kurulu eşitliksiz ve köleleştirici toplumsal düzenine getirdiği eleştirileri bir paradigma kayması olarak yorumluyor.

Bence burası kitabın en çarpıcı noktası. Bizler Edward Said’in Oryantalizm eleştirisinden bu yana Avro-Amerikan geleneğin Doğudan gelen eleştirilerine aşinayız. Her Şeyin Şafağı ise insanlık tarihine uzun erimli bir perspektiften bakarak ve Eski Dünya’yı coğrafi bir bütün olarak ele alarak bizlere aslında Avrupa ve Doğu medeniyetlerinin aynı felsefi gelenekler olduğunu hatırlatıyor (birbirinin devamı olan ve eski dünyada büyük bir coğrafi alanı etkisi altına alan semavi dinlerin düşünsel hayatın belirleyicisi haline geldiğini hatırlayalım). Avrupalı entellektüellerin 16. yüzyılda Yeni Dünya (Amerika) yerlileri ile karşılaşması ise—ki Avustralya ve Pasifik Adaları’na daha geç ulaşıyorlar—yeni bir kırılmayı temsil ediyor. Bu yüzden Graeber ve Wengrow, Amerikan yerlisi entellektüellerin Avrupa’nın para hırsı üzerine kurulu eşitliksiz ve köleleştirici toplumsal düzenine getirdiği eleştirileri bir paradigma kayması olarak yorumluyor. Sonunda insan özgürlüğünü merkezine alan bu “yerli eleştiri” Avrupalı alimlerin “mahir” ellerinde eşitsizlik sorunsalına dönüşüyor ve insanlığın, yazarlara göre, en temel arayışı olan özgürlüğü gölgede bırakıyor.

Akıcı üslubuna rağmen kapsamı ve uzunluğu dolayısıyla kitabın ana argümanını takip etmek zor. İlkel toplumlardan Amerikan yerlilerinin modern dönemdeki pratiklerine uzanan kronolojik sıçramalar tarihçileri rahatsız edecek boyutta. Pek çok konuda güncel çalışmalara referans verilmekle birlikte kimi noktalarda eserleri uzun zaman önce yayınlanmış antropologların yorumlarına dayanan iddialar metnin inandırıcılığına gölge düşürüyor. Yine de yazarlar en azından insanlık tarihine dair bildiklerimizin hala çok sınırlı ve her gün değişebilir olduğunu kabul ediyor. Bu farkındalıkla cesur sorular sormaktan, yorumlarını en uç noktalara taşımaktan imtina etmemişler. İyi ki de etmemişler, çünkü sonuçta anarşist tarih yazıcılığının günümüzdeki belki de en önemli eserini ortaya çıkarmışlar.

Göçmenler ya da göçebeler

Çocukluğumdan beri denize bakmayı severim. Boğaz çocuğu olmakla ilgili olabilir. Ama uzun zamandır ilk kez denize bakarken gözlerim dolu. Çünkü yıllar önce daha iyi bir hayat arayışıyla Amerika kapılarına dayanmış göçmenlerin denize baktığı yerdeyim. “Melek” ismini verdikleri bir ada burası. San Francisco’nun hemen dibinde, üzeri hala alabildiğine ağaç kaplı yemyeşil bir kara parçası. Martı sesleri dalga seslerine karışıyor. Geçmişin hayaleti hemen yanı başımda durmasa kendimi bir tatil köyünde sanacağım kadar güzel. Oysa ben polis görünümlü iki palmiye ağacının gölgesinde, siyah mermere kazınmış isimleri okuyorum. Wong Lai Sun, Lui Lee, Woo Shee …

Ailelerin ilk kuşak göçmenler anısına hazırladıkları hafıza duvarı

Beni hüzünlendiren onların trajik hikayeleri mi yoksa hikayelerinin benim maceramla benzerlikleri mi? Büyük bir kısmı Uzak Doğu’nun yoksul köylerinden çıkıp kalabalık limanlarda devasa gemilere doluşmuşlar. Dağı taşı altın “Güzel” bir ülke bekliyormuş onları.* Çok çalışıp tez zamanda zengin olacak, köylerine dönüp ailelerine bolluk içinde bir hayat kuracaklarmış. Öyle olmamış tabi. Daha Amerikan anakarasına varamadan bu adada alıkoyulmuşlar. Erkeklere mesleklerini sormuşlar. Sadece tüccarlara ve öğrencilere yer varmış bu “Güzel Ülke”de, sıradan işçilere değil. Kağıt üzerinde kendini bir göçmen çocuğu olarak gösteren “sahtekar” işçileri arıyormuş gümrük memurları. Bir de hayat kadınlarını. Bütün kadınlar hayat kadını olmadıklarını ispat etmek zorundaymış. Kısacası ne olduğunuzu onlar biliyormuş, size düşen ne olmadığınızı ispatlamakmış. Bazıları ispatlayamamış, bavullarına doldurdukları umutlarıyla birlikte sınırdışı edilmişler. Demek sahibi olmadığımız topraklarda ne olduğumuzdan çok ne olmadığımız önemliymiş. Siz kendinizi ne sıklıkla böyle tersten tanımlıyorsunuz? Bir düşünün bakalım.  

Feribottan göçmen bürosunun görünüşü

Bu günlerde Potawatomi kabilesine mensup bir bilim insanı olan Robin Wall Kimmerer’in Braiding Sweetgrass kitabını okuyorum.** Bir yerde, yerliliğin doğuştan bir hak olduğunu ve göçmenlerin yerlileşemeyeceğini söylüyor. Ama biyolojik anlamda ait olmadığımız bir yerin iklimine alışmak ya da içine doğmadığımız bir ülkenin vatandaşı olmak mümkün diyor. Bir ülkenin vatandaşı olmanın oranın toprağına bağlanmak olduğunu iddia ediyor. Atalarımız o toprağın altında yatıyormuş gibi, hayatlarımız o toprağa bağımlığıymış gibi yaşamak diyor. 

Bana pek ikna edici gelmiyor. Yerlilikle göçmenlik arasındaki tek yer vatandaş olmak ya da biyolojik adaptasyon olmamalı. İlkel toplumları düşünüyorum. Onlar da yüzyıllarca oradan oraya göçmediler mi? Yiyecekleri tükenince alıp başlarını karınlarını doyuracakları yeni yurtlar bulmadılar mı? En kalıcı olduğunu düşündüğümüz şehirler bile aslında çoğumuzun bir süre kalıp terk ettiği dinlenme tesisleri değil mi? Sınırları belli bir toprak parçasına bağlanmamız, yerleşmemiz gerektiği fikri de nereden çıktı? Ya tabiatımız sadece göçebeliğe uygunsa? 

Angel Island’da göçmenlerin bazen aylarca tutulduğu hapishane benzeri bina

Kendimizi içine hapsettiğimiz yapay duvarları düşündükçe hüznüm anlamsız geliyor. Bu sınır kapısına gelebilmiş göçmenler doğdukları köyler kadar haftalarca seyahat ettikleri denize, sonra kapısını çaldıkları bu topraklara da aittiler. Karınlarını doyurdukları her yerde yaşayabilir, kendilerine sıfırdan bir hayat kurabilirlerdi. Yeryüzü hepimizindi, ta ki birileri sınırları ve mezarları icat edip ölülerimizi gömdüğümüz toprak parçalarının başında beklememizi belletene kadar. Bu anlatıya o kadar  inanmışız ki bizler de öldüğümüzde başımızı birileri beklesin diye kendimize hayatlar kurguluyoruz. 

Belki de yapmamız gereken tercih, gitmek ya da kalmak değil. Göçmenlik ya da göçebelik. Sınırları doğal kabul edip başını bekleyeceğimiz topraklar arayabilir ya da sınırları reddedip tüm dünyayı sahiplenebiliriz. O zaman ne fark eder nerede kimin yattığı?

Nereye vardığını bilmediğimiz yollar bizi heyecanlandırıyor

* ABD’nin Çincesi “Meiguo” yani “Güzel Ülke” demek. 19. yüzyılda çok sayıda Çinli, tıpkı dünyanın başka yerlerinden insanlar gibi, California’daki altına hücum döneminde Amerika’ya akın etti. O dönem tüm dünyada yaygın olan ırkçı “sarı tehdit” söylemi nedeniyle Amerika’da büyük bir ayrımcılığa uğradılar.

** Bu kitap 2022 yılında Türkçe’de Bitkilerin Ruhu ismiyle basılmış.

Savaş Sanatı’ndan Anda Yaşamaya Kişisel Gelişim Dünyasında Bir Gezinti

M. Ö. 5. yüzyılda askeri stratejist Sun Zi tarafından yazıldığı tahmin edilen Çin’in en eski eserlerinden Savaş Sanatı tüm dünyada popülerliğini koruyan nadir Uzak Doğu eserlerinden biri. Tüm dünya dillerinde hala yeni tercümeleri basıldığı gibi askeri okullardan iş dünyasına sinema sektöründen edebiyata her alanda önemli bir kaynak olarak referans gösterilmeye devam ediyor. 20. yüzyıl başında Mao Zedong tarafından methedildiği için popülerleşen eserin günümüzde hala yaygın bir şekilde okunmasının sırrı rekabet merkezli hayatlarımızda kendine geniş yer açmış kişisel gelişim kitaplarıyla benzerliğinde yatıyor. 

Başarılı bir askeri düzenin ve stratejinin detaylarını konu alan Savaş Sanatı on üç bölümden oluşur. Eser, savaşın ince hesaplarla karar verilmesi ve yönetilmesi gereken bir eylem olduğu vurgusuyla başlar. Bugün hepimiz için sıradan sayılabilecek bu bilgi modern dönem öncesi imparatorluk Çin’i için oldukça ileri bir noktaya işaret etmektedir. Çünkü bu dönemde savaş kararının alınmasından saldırı ve savunma stratejilerinin belirlenmesine askeriyeyle ilgili her aşama sarayın astrologları ve kahinlerinin onayından geçmektedir. Dolayısıyla Sun Zi’nın savaşla ilgili kararları alırken, zemin ve iklim analizi ile komutanın karakter özelliklerine ve hatta yöneticilerle halk arasındaki ülkü birliğine dikkat çekmesi çağının ötesinde bir öngörü ve analiz gücüne sahip olduğunun ispatıdır. 

Bugüne kadar pek çok yorumcu eserde geçen “… yüz savaşta yüz zafer kazanmak en mükemmeli değildir. En iyisi savaşmadan baş eğdirmektir” cümlesinden hareketle Savaş Sanatı’nın amacının aslında fiili savaşı engellemek olduğunu iddia etmiştir. Fakat metnin geneli dikkate alındığında Sun Zi’nın oldukça pragmatik bir yaklaşım içinde olduğu, savaşı hayatın olağan akışının bir parçası olarak gördüğü, ve hatta savaşın maliyetleri göz önüne alınırsa kandırmacaya dayanan hızlı sonuç alma yöntemine inandığı görülebilir. Örneğin kitabın daha ikinci sayfasında şunları söyler Sun Zi:

“Savaş kandırmacalı bir iştir. Bu nedenle vurabilecekken vuramayacakmış gibi göstermek, saldıracakken saldırmayacakmış gibi göstermek, yaklaşırken uzaklaşıyormuş gibi göstermek, uzaklaşırken yaklaşıyormuş gibi göstermek gerekir.” (s. 2)

Yine savaşılacak arazilerin özellikleri ve düşman toprağında nasıl hareket edilmesi gerektiğini anlattığı bölümde savaşta en önemli unsurun sürat olduğunu vurgular. Düşmanın hareketsiz olduğu anda harekete geçilmesini, öngöremediği yoldan gidilmesini ve beklemediği anda vurulmasını salık verir (s. 34). Kısacası savaş kesinlikle kazanılması ve bunun için de hızla ve kurnazca hareket edilmesi gereken bir hamleler bütünüdür. Bu kitabı yazarak Sun Zi ülkesinin kral ve komutanlarına büyük bir hediye vermiş, oyunun inceliklerini her seferinde baştan keşfetmeleri yerine hızla harekete geçmelerini sağlayacak bir el kitabı hazırlamıştır. 

Savaş Sanatı’nın iş dünyasında kullanımına bir örnek

Bu içerikten de anlaşılacağı üzere Sun Zi’nin savaşı algılama ve yorumlama biçimi günümüzün rekabetçi iş ve sosyal yaşamında hayatta kalma ve başarıya ulaşma yöntemleriyle büyük benzerlikler göstermektedir. Son yılların “anda kalma” veya “farkındalık” olarak bilinen “mindfulness” akımlarından önce özellikle 90’larda ve 2000’li yılların başında iş dünyası neoliberal dalgayı arkasına almış, kişisel gelişim yöntemleriyle bireyi rekabette ön planı çıkaran doğrusal bir başarı anlatısını kutsallaştırmıştı. Bu neoliberal dönemde kendisini mantar gibi çoğalan işletme bölümlerinden klimalı plazaların kübik bölmelerine atabilen genç beyaz yakalılar uzun süre hayatlarındaki tuhaflığın sırrını kişisel gelişim kitaplarında bulmaya çalıştılar. Ekonominin “zero-sum game,” insan ilişkilerinin ise “survival of the fittest” prensibine göre düzenlendiği bu acımasız ortamda Savaş Sanatı iş dünyasının kutsal kitabı haline geldi. Sonuçta plaza hayatı işçi-işveren çatışmasını değil, çalışanlar arası rekabet ve çekişmeyi merkezine alan yeni bir ilişkiler ağı yaratmış, bu karmaşık ağlardan kurtulmanın tek yolunu rakiplerini alt etme olarak belirlemişti. Üstelik iş hayatının Savaş Sanatı’ndaki “krala değil komutana koşulsuz sadakat” prensibine göre düzenlenmesi asıl patronları perde arkasına iterek üst idari kadrolarda oturanların lehine yeni bir hiyerarşinin oluşmasına imkan tanımıştı. 

Artık şehir hayatından kaçıp kurtulmak değil, onun içinde mutluluğu yakalamak revaçta

Elbette Savaş Sanatı’nın bu güncel yorumlarla özsel bir ilişkisi yok. Hatta iş hayatının neoliberal organizasyonunda bir etkisi olduğunu bile söyleyemeyiz. Zaten batı dünyasında egzotik Uzak Doğu düşünceleri keşfedip Ferrari satma modası geçti sayılır. Uzunca bir zamandır yine antik Yunan düşüncelerinden Stoacılık ve onun farklı yorumları iş çevrelerine yol gösteriyor. Kişisel gelişim rafları artık “How to do nothing” yani nasıl daha az çalışırız benzeri başlıklarla dolu. Öldüresiye çalışmayla verimliliği maksimize etmeyi hedefleyen başarı merkezli bir anlatıdan aşırı çalışmayı eleştirip kişisel mutluluğu önceleyen, daha doğrusu kendi iç huzurunu bulamayanların iş hayatında da başarılı olmayacağını vurgulayan, ama onun için de yine sınırsız para harcamayı gerektiren yeni bir duruma geçtik. Savaş Sanatı bu yeni dalgaya dayanabilecek mi derseniz, “evet” derim çünkü tüm bu farkındalık ve anı yaşama akımlarının popüleritesine rağmen rekabetsiz ve çatışmasız bir kapitalizm düşünmek hala imkansız.   

Not: Savaş Sanatı’nın birkaç Türkçe çevirisi var. Ben alıntılar için İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Pulat Otkan ve Giray Fidan çevirisini kullandım.

Toplumsal Tarih Çin özel sayısı çıktı

Toplumsal Tarih dergisinin Kasım 2020 sayısı Çin özel dosyasıyla raflardaki yerini aldı. Benim “Yirminci Yüzyıl Başında Çin’de Fransız Sömürgeciliği, Yunnan Müslümanları ve Osmanlılar” başlıklı makalemin yer aldığı sayıya Çağdaş Üngör “Covid-19 Krizi Işığında Çin Dış Propagandasının Dünü, Bugünü,” Ceren Ergenç “Çin’de Katılımcı Yerel Yönetimler ve Müzakereci Demokrasi,” Uluğ Kuzuoğlu “Çin’de Alfabe ve Modernite” ve Z. Hale Eroğlu Sağer “Çin Ulus-Devlet İnşasında Türkiye Örneği ve Çinli Müslümanlar (Huiler)” başlıklı makaleleriyle katkıda bulundu.

Toplumsal Tarih yayın kurulu üyesi Selçuk Esenbel’in editörlüğünde hazırlanan bu dosyada bir araya getirilen makalelerin her biri Çin tarihi ve çalışmaları alanındaki güncel tartışmalara ve eleştirel araştırmalara örnek sunacak nitelikte. Bununla beraber, Çağdaş Üngör, Ceren Ergenç, Selda Altan, Uluğ Kuzuoğlu Ve Z. Hale Eroğlu Sağer’in da katkı sunduğu bu dosyada sunulan makalelerin, Türkiye’nin dünü ve bugününde devam eden tarihsel ve kimliksel tartışmalarla da ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Dosyadaki makaleler sadece Çin tarihi üzerine yoğunlaşmıyor, demokrasi tartışmaları ve güncel Covid-19 krizi gibi Çin’in bugün yaşadığı birtakım sorunları da içeriyor.

İlk sayısından itibaren çok disiplinli ve tarihyazımındaki yeni yaklaşımlardan beslenen sosyal tarih çalışmalarının hem sayıca çoğalmasını hem de nitelik olarak gelişmesini amaçlayan bir yayın politikasına sahip olan Toplumsal Tarih, Çin tarihi ve çalışmaları alanında yeni kuşak araştırmacıların katkı sunduğu bir dosya ile Kasım ayına merhaba dedi.

Toplumsal Tarih’e e-dergi olarak Issuu, Google Play ve Kobo platformları üzerinden ulaşabilirsiniz. 

Tarihçinin Tercihi: Sima Qian’in Ren An’a Mektubunu Kadın Gözüyle Okumak

“İnsan bir kere ölür. Bu ölüm Tai dağından ağır, kaz tüyünden hafif olabilir. Önemli olan insanın bu ölümü nasıl kullandığıdır.”

Çin’in ilk resmi tarih kitabı olan Büyük Tarihçinin Kayıtları’nın yazarı Sima Qian (mö. y. 145-86), babası Sima Tan’ın başladığı tarih yazımı projesini tamamlamak üzere Han İmparatoru Wu tarafından saray tarihçisi olarak göreve getirilir. Fakat m.ö. 99 yılında, henüz çalışmasını tamamlamamışken, Orta Asya kabilelerine karşı çıktığı seferde başarısız olan General Li Ling’i savunduğu için ölüm veya hadım edilme cezaları arasında seçim yapmak zorunda kalır. Büyük tarih projesini tamamlamak adına ölüm yerine o dönem Çin’de en aşağılayıcı ceza olan hadım edilmeyi seçen Sima Qian, hapiste idam edilmeyi bekleyen dostu Ren An’a cevaben yazdığı mektupla yaşadığı ikilemi ve iç hesaplaşmasını gelecek kuşaklara miras bırakır. Peki Sima Qian’in ızdırabının sebebi nedir? Saray tarihçisi olarak emeğinin hiçe sayılması mı yoksa erkeklik uzvunun bedeninden koparılmasıyla egemenler dünyasından dışlanmış olması mı? 

Sima Qian visual 

Sima Qian mektubun açılış bölümünde arkadaşı Ren An’a kendini ne derece değersiz hissettiğini, Ren An’ın saraydaki göreviyle ilgili tavsiyelerine layık olmadığını anlatır. Böyle düşünmesinin sebebi, yaptığı çalışmalara ve eleştirilere değer verilmeyerek bedenin harap edilmesi ve küçük düşürülmüş olmasıdır. Bu anlamda kendini babası da dahil eski saray memurlarından farklı görmemektedir. Sarayın yazarları, arşivcileri, gökbilimcileri ve takvim uzmanları hükümdar tarafından birer oyuncak ve eğlence malzemesi gibi görülmüş, sıradan insanlar tarafından bile küçümsenmişlerdir. Dolayısıyla Sima Qian ölümü seçmesinin itibarına bir katkı yapmayacağını, ölümünün “dokuz öküzden bir kıl kopması” kadar önemsiz bir vaka olarak görüleceğini düşünmektedir. Dahası herkes gerçekten büyük bir suç işlediğini, aklı kanunun pençesinden kurtulmaya yetmediği için ölüme gittiğini düşünecektir. Bu koşullar altında çalışmasını tamamlayıp tarihsel değişimin sırlarını gelecek kuşaklara aktarmak daha etkili bir tavır gibi görünmektedir. 

İlk bakışta bu açık serzeniş tarihçinin imparator ve toplum nezdindeki önemini sorgular görünmekle birlikte, metne biraz daha yakından bakıldığında Sima Qian’in asıl niyetinin tarihçilik mesleğini hadım edilmesiyle kovulduğu erkek egemen dünyaya geri dönüş biletine çevirmek olduğu görülebilir. Örneğin, General Li Ling olayını açıklarken Sima Qian Li’nin az sayıda askerle Orta Asya’da gözünü kırpmadan sefere çıkışını, kendi birliklerinden daha fazla sayıda düşman askerini öldürmüş olmasını, arkalarından hiç destek gelmediği halde askerlerinin büyük bir sadakatle generalin yanında ölümüne savaşmalarını örnek bir erkeğe yakışır hareketler olarak sıralar. Bu maskülen niteliklerin yanı sıra büyüklerine saygılı, arkadaşlarına sadık ve para işlerinde namuslu olmasıyla da öne çıkan generalin bir yenilgi yüzünden aniden gözden çıkarılması erkekler dünyasının ne derece acımasız olabileceğine dair önemli bir örnektir. Sadece anlık zaferlerin ödüllendirildiği bu hoyrat dünyada Sima Qian cesareti somut koşulların ve aşağılanmanın kabullenilişi olarak yeniden tanımlar. Onun sözleriyle aktarmak gerekirse, dağlarda serbestçe dolaşan bir kaplan tüm hayvanlara korku salarken bir kuyuya veya kafese düştüğünde kuyruğunu kıstırıp yemek dilenir. Elleri bağlı halde işkenceden geçirilmiş bir erkek gardiyanı gördüğünde normal olarak korkuyla diz çöker. Bu durumlarda aşağılanmadığını iddia etmek ya da o ana kadar ölmeyi düşünmemişken işkence altında ölüme karar vermek cesaretin gerçek anlamda anlaşılmadığını gösterir. Oysa “cesaret ve korkaklık olayların akışına göre şekil aldığı gibi güç ve zayıflık da somut koşullara bağlıdır.” Kısacası, insanın içinde bulunduğu aşağılanmayı tüm çıplaklığıyla görmesi ve kabullenmesi duruma göre ölümü seçmesinden daha cesurca olabilir.     

SimaQian.Portrait

Sima Qian’in mektubun başından sonuna kullandığı bu özeleştirel dil ve sıradışı çözümlemeli yaklaşım elbette tarihçinin  kadınlar dünyasına yaklaşmasıyla mümkün olmuştur. Fakat kendisi, içine düştüğü “zavallı” durumun bir avantaja dönüştürülebileceğine inanmakla birlikte, erkekler dünyasından aforoz edilmesinin yasını tutmaya devam etmektedir:

“Evde sanki bir şey kaybetmiş gibi sersemce dolaşıyorum. Dışarı çıktığımda ise nereye gideceğimi unutuyorum. Ne zaman bu utanç aklıma gelse sırtımdaki terden giysilerim ıslanıyor. Saray hareminde zavallı bir hizmetliyim. Keşke kayalıklarda veya bir mağarada derin bir inzivaya çekilebilsem. Ama şimdilik bu bitmek bilmez hezeyanlarla baş edebilmek için akıntıda sürüklenmeli, geleneklere ve zamana uymalıyım.”

Bunca acıya rağmen  Sima Qian neden hala yaşamaya çalışmaktadır? Çünkü kendini tam olarak ifade edememiş olmaktan, bir diğer deyişle “görkemli” eserini gelecek kuşaklara ulaştıramadan ölümü seçme fikrinden nefret etmektedir. Çünkü o zamana kadar nice şan, şöhret ve para sahibi erkek tarihte tek bir iz bırakmadan yok olup gitmiş, sadece sıradışı kabiliyetleri olanlar alkışlanmaya devam etmiştir. Bunların da çoğu büyük zorluklarla karşılaşıp hüsranlarını kayda geçirenler ya da zafere çevirenler olmuştur. Kalemi ve tarihsel olaylara hakimiyeti ile Sima Qian eseriyle kendini ölümsüzleştirecek–ki bunu başarmıştır–ve kovulduğu erkekler dünyasına fiziksel ölümünden yıllar sonra dönüş yapacaktır.  

Sima Qian’in Ren An’a mektubu Çin tarihindeki en önemli mektuplardan biri olarak çok farklı açılardan yorumlandı. Dahası mektubun Sima Qian tarafından yazılıp yazılmadığına dair tartışmalar devam ediyor. Pek çok tarihçi mektubun birinci yüzyılda yaşamış tarihçi Ban Gu tarafından Sima Qian’in ağzından yazılmış olabileceğini tartışsa da ben tarihçilerin Ban Gu’nun yarıda kalan çalışmasını tamamlayan kız kardeşi Ban Zhao’yu olası bir muharrir olarak neden tartışmaya dahil etmediklerini henüz anlayamadım. Dönem uzmanı araştırmacıların konu hakkındaki açıklamalarını öğrenene kadar üslubu dolayısıyla mektubun bir kadın tarihçi tarafından yazılmış olma ihtimalini sorgulamaya devam edeceğim.

Not: İlk resim https://confuciomag.com/sima-qian-memorias-historicas adresinden, ikinci resim https://history.followcn.com/2017/02/16/sima-qian-grand-historian/ adresinden alınmıştır. Mektubun detaylı bir analizi için 2016 baskılı The Letter to Ren An And Sima Qian’s Legacy isimli kitaba bakılabilir.