Yıllar önce bir Çin tarihi dersinde sahanın bilinen akademisyenlerinden hocamız kitap eleştirisi yazarken kullandığı tuhaf bir yöntemden bahsetmişti. Şayet beğenmediği bir çalışma hakkında eleştiri yazması istenirse, kitabı kısaca özetler, olumsuz eleştirilerden olabildiğince kaçınmaya çalışırmış. Sebebini sorduğumuzda, “ya çalışmanın sahibi ölür, ben de yazdıklarımdan ötürü pişman olursam” demişti. Akademik nezaket konusunda çok iddialı olamayan ben bu tavrı sorumsuzca bulmuş, yapıcı eleştiriye herkesin ihtiyacı olduğunu düşünmüştüm. Şimdi geçen sene (Temmuz 2017) vefat etmiş insan hakları aktivisti Liu Xiaobo (Liu Şiyabo) hakkında yazarken benzer bir ikilemin içinde buluyorum kendimi. Devletinden ve ülkesindeki pek çok insandan farklı şekilde düşündüğü için yıllarca baskı görmüş, hapishane koşullarında hayatını kaybetmiş ve son anına kadar söylediklerinden geri adım atmamış bir entelektüeli eleştirmeye hakkımız var mı? Bence var çünkü bu kadar fedakarlık üzerine kurulu bir politik mücadele her açıdan değerlendirmeyi ve tartışmayı hak eder. Herhalde Liu Xiaobo da bu derece keskin bir üslubu insanlar mücadelesini basit bir kişisel trajediye dönüştürmesin, politik ve felsefi bir kulvarda tartışsın diye benimsemiştir.
1955 doğumlu Liu Xiaobo, Kültür Devrimi (1966-76) sırasında okullar kapanınca eğitimine ara vermek zorunda kalan kuşaktan. Pek çok yaşıtı bu süreçte eğitim hakkından yoksun kaldığı için şikayet ederken, Liu ise bu yılları kendisine doktriner Maoist bir eğitimden uzak kalma şansı verdiği için bir tür özgürlük dönemi olarak tanımlar. Kültür Devrimi sona erince Çin edebiyatı alanında lisansını tamamlayan Liu, Pekin’de önce yüksek lisans derecesi alıp ardından “Estetik ve İnsan Özgürlüğü” konulu bir doktora tezi yazar. Kariyerinin bundan sonraki kısmında Pekin Eğitim Üniversitesi’nde dersler vermeye başlar. Bir taraftan farklı kişiliğiyle öğrencilerin ilgisini çeken bir hoca olurken, diğer taraftan eleştirel, hatta zaman zaman saldırgan üslubuyla Çin’in önde gelen entelektüellerinin antipatisini kazanır. 1980lerde Oslo ve New York’ta geçirdiği zamanlarda hem batılı entelektüelleri eleştirmekle hem de batının değerleriyle Çin toplumuna eleştiriler getirmekle meşgul olur, ta ki 1989’da Çin’in üniversite gençliği demokrasi talebiyle Tian’anmen Meydanı’nı doldurana kadar… Demokrasi hareketi sırasında yaşanan trajik olayların ardından Meydan, Liu için hayatının son günlerine kadar devam edecek ağır bir yüzleşme alanına dönüşür. Ne olayların ardından yoldaşlarını geride bırakarak yabancı konsolosluklara sığındığı için, ne de en başından olayların son derece ölüm merkezli ilerlemesine (öğrenciler ve ardından Liu açlık grevine gitmiştir) izin verdiği için kendisini affedemez. Olayların bastırılmasından kısa bir süre sonra Çin Komünist Partisi (ÇKP) Liu’yu “karşı devrimci bir kalkışmanın ardındaki karanlık el” ilan eder ve on sekiz ay hapse mahkum eder. Bu mahkumiyet Liu’nun ardı arkası gelmeyecek tutuklanma ve eğitim/çalışma kamplarına gönderilme sürecinin sadece başlangıcıdır. Çin ana karası dışında çeşitli yayınlarda sesini duyurmaya çalışan Liu son olarak Charter 08 olarak bilinen demokrasi dilekçesini kaleme almak suçundan tutuklanır ve 2016 yılında yeterli sağlık hizmetlerini alamadığı hapishane koşullarında hayata gözlerini yumar.
Liu Xiaobo her sözü ve hareketiyle Çin’de tartışmalı bir karakter olsa da Liu’yu uluslararası alanda tanınan ve tartışılan bir figür haline getiren süreç Nobel komitesinin 2010 yılı barış ödülünü Liu’ya verme kararıyla hız kazanır. Kararın ardından, bazı batılı aydınlar Liu’nun koşulsuz batı hayranlığını en basitinden “naif” bulurken, daha keskin eleştirmenler Liu’yu “hümanist emperyalist” olarak nitelemekten geri kalmaz. Tartışmanın en keskin virajlarından biri Nobel kararını eleştiren Tarık Ali’nin Liu’yu Amerika’nın ve NATO’nun operasyonlarına verdiği destek dolayısıyla “neocon” olarak nitelemesiyle dönülür. Ben bu yazıda büyük oranda haklı bu eleştirileri tekrar gündeme getirmek yerine Liu’nun politik mücadelesini şekillendiren ahlakçı ve dinci bakış açısına, özel olarak da 1989 Tian’anmen olayları kapsamında “pişmanlık/tövbe/günah çıkarma” kavramına değineceğim.
Son zamanlarda Batılı bazı yayın organlarında dile getirildiğinin aksine Liu Xiaobo kendini herhangi bir dinin mensubu (yani Hıristiyan) olarak tanımlamamış olsa da çalışmalarının çoğunda Hıristiyan dininin meziyetlerine ya da İsa’nın pasif direnişine hayranlık düzeyinde göndermelerde bulunmuştur. Örneğin, “Çin’de Haysiyetli Yaşamak” başlıklı makalesinde, Mao’nun Yan’an Konuşmaları sırasında halkı “devrim makinesinin çarkları” olarak tanımlamasından bu yana Çin halkının tarihsel özneliklerini kaybettiklerini (aslında hanedanlık döneminde de durum farklı değildir), değişen şartlara göre tavır alan, iki yüzlü, pasif, fırsatçı, ve sorumsuz bir yaşam biçimine mahkum edildiklerini iddia etmiştir. Dahası bu durum insanları ruhanilikten, kutsallıktan ve inançtan uzaklaştırarak maddeci bir yönelime sokmuş, hayvani bir düzeye düşmelerine sebep olmuştur. Liu’ya göre, adalet hissinden yoksun bu zombi-vari yaşam pratiğinin tam tersi örneklerse pasif direnişin sembolleri Gandi, Martin Luther King ve İsa’dır. İsa’nın merhamet ve sevgi dolu direnişi yeryüzünde mucize ve güzelliklerin hala yaşanabilmesinin teminatıdır.
Liu’nun toptancı ve özcü kültürel yorumlarının eleştirisini bir tarafa bırakarak, meseleyi tarihsel öznelik ve sorumluluk meselesine getirmek istiyorum çünkü bu ikisinin pişmanlık ve günah çıkarma kavramlarıyla yan yana gelişi Liu’nun siyaset felsefesini oldukça iyi özetliyor. Liu, chanhui (pişman olma, itiraf etme) kavramını ilk kez 2 Haziran Açlık Grevi Bildirgesi’nde dile getirdi. Bildirgenin açılış cümlesi “Açlık grevindeyiz! Protesto ediyoruz! Davet ediyoruz! Pişmanız!” idi. Burada en sondaki chanhui fiiliyle Çin halkı geçmişiyle yüzleşmeye, yüzyıllar süren “köle” ya da bizdeki tabirle “kul” mantalitesinden kurtulmaya (ki Liu’ya göre Maocu yıllardan önemli liderlerin ölümüyle yaşanan anma olaylarına kadar herşey Çin halkının bu “köleleşmiş doğasını” yansıtmaktadır) ve hayatlarının gidişatını ele almaya davet edilmektedir. Elbette Liu’nun Maocu devrim yılları boyunca günlük dile yerleşmiş, yoğun içsel ve toplumsal mücadele anlamlarını içeren pipan douzheng (eleştiri/özeleştiri savaşı) terimi yerine daha ruhani ve bireysel, hatta insanın toplumla değil tanrı gibi doğaüstü bir varlıkla diyaloğunda anlam bulabilecek, geçmişin ahlaki olumsuzlanmasına dayanan chanhui kavramını kullanması bir tesadüf değil. Kültür Devriminin getirdiği yıkımı gözlemleyen Liu, sürekli bir düşman tehdidine dayanan çatışmacı siyasetin, özellikle de sınıf savaşının, insanları otoriter liderlere ve rejimlere mahkum ettiğine, dolayısıyla insan özgürlüğünün kişinin bu toplumsal ve siyasal çatışmalardan kurtulmasıyla mümkün olduğuna inanıyordu. Diğer bir deyişle Liu, insanın özgürlük mücadelesini siyasetin dışında bir yerde, daha doğrudan söylemek gerekirse ruhani bir alanda konumlandırıyordu. Kendisinin sıkça vurguladığı üzere, batının doğu karşısındaki üstünlüğünde Hıristiyanlığın günah çıkarma eylemi önemli bir rol oynuyordu.
Bu çerçeveden bakınca ne Liu’nun Tian’anmen Meydanı’nda yaşananlara getirdiği fütursuz eleştiriler (ki bunların başında Meydan’ı “yalan ve dedikodu merkezi” diye tanımlaması ve öğrenci hareketinin ÇKP’nin kendini reforme etme sürecini geciktirdiği iddiası gelmektedir), ne de sermaye sınıfının büyümesiyle sivil toplumun gelişip aşağıdan yukarı bir değişim sürecinin başlayacağına dair inancı, bireyin tarihsel sorumluluğu konusunda yaptığı çağrılarla çelişik görünmektedir: tek tek iyi insanlardan kurulu bir toplum mükemmel toplumdur ve Çin’de insanların iyi olmasının önündeki en büyük engel halkın ruhani gelişimine taş koyan komünist ideolojidir. Liu’nun siyaset felsefesindeki alışılageldik bu aleladelik Obama’nın başkan seçilmesinden sonra yazdığı bir yorumda iyice belirginleşmektedir. Liu’nun tabiriyle “demokrasinin bereketli toprakları” Amerika, Kenya kökenli siyahi Obama’yı başkan seçerek ne kadar kapsayıcı olabileceğini kanıtlamıştır. Çin de Dalay Lama’yı başkan atayarak farklı kesimleri kucaklayabilir ve böylece ayrılıkçı hareketlerin önüne geçebilir. Çin toplumuna dair yaptığı alabildiğine hoyrat ve maalesef sığ eleştiriden sonra bu tuhaf öneri insanı şaşırtmadığı gibi Liu’nun siyaset felsefesinin pragmatik yönünü de deşifre ediyor.
Yaptığım kısa internet araştırması Liu Xiaobo ya da geçtiğimiz günlerde tedavi için Almanya’ya gitmesine izin verilen eşi Liu Xia (Liu Şiya) konusunda dünyada yer yerinden oynarken Türkiye’de konunun ilgi çekmediğine işaret ediyor. Zaten Liu’nun herhangi bir çalışmasının Türkçe çevirisine rastlamadım. O yüzden çalışma kampında eşi Liu Xia’ya yazdığı bir şiiri çevirdim ki merak edenler üslubunun tadına bakabilsin. Çinli ve yabancı pek çok meslektaşı tarafından “kültürel nihilist” olarak tanımlanan Liu keskin üslubuyla yurtdışında büyük ilgi çekerken, kendi ülkesinde yeterli desteği görememiş, ölmeden hemen önce “kimseye düşman değilim” diyerek son sivil itaatsizlik eylemini gerçekleştirmiştir.
İsa’ya Bakarken
-mütevazi eşim için
Beni tanıyor musun İsa?
Sarı tenli bu Çinliyi
Hani şu insan kanına bulanmış ekmeklerin tanrılara rüşvet diye verildiği (ülkeden)
Sırf kutsiyeti ortadan kaldırmak için tanrılara ve Budalara dua ederiz
Bizim tanrılarımız altınlarla bezenmiştir
İmparator ve alimlerden asker ve azizelere
Niceleri tanrılara dönüşmüştür
Sadece nimetler ister ve asla tövbe etmeyiz
Bir sidik birikintisinde bile tanrıların suretini görürüz
Ben seni tanımıyorum, İsa
Bedenin çok zayıf ve büzülmüş
Kaburgaların tek tek gözüme batıyor
Çarmıhtaki duruşun nasıl da acımasız
Acıyı taşıyan sinirler
Hafifçe öne düşmüş bir baş
Şişmiş damarlarla örülü bir boyun
Eller, hareketsizce sarkmış
Uzamış parmaklar
Ateşteki kuru dallar gibi
İnsanoğlunun kötülüğü çok ağır
Oysa senin omuzların ne dar
Taşıyabilir misin, üstüne yüklenmiş çarmıhı?
Ağacın damarlarına sızan kan
İnsanlığı doğuracak şarabı mayalıyor
Sanırım sen bir piç idin
Zalim tanrı o zarı yırtıp
Seni yalnızlığa mahkum etti
Sırf
Tanrının sevgisini anlatasın diye, öyle mi?
Tevrat’ı okuyan müminler
Onun buyruklarında huşu bulup
Gazaplı tanrısından ürktüler
Soru yok, münazara yok
Mantık hiç yok
İnanç ya da inkar, sadakat ya da başkaldırı
O ki, ne isterse onu yaratır
O ki, yok etmek isterse seller oluşur
Tanrının şekli yoktur
Ama nefretin tohumlarını O eker
Yaradılış hikayesi bir parça eğlencelidir
Eşine rastlanmamış bir kötülüğe sebep olmuş olsa da
Atalarımız, Bilgelik Ağacı, Yılan
Tanrı eliyle bir dümen çevirdiler
İnsanoğlunun sürgününün başlamasından bu yana
Tanrı dipsiz bir çöplük oldu
O zamanlar İsa
Sen henüz doğmamıştın
Köydeki yemlik ile tanrının çarmıhı arasında
Zavallı bir çocuk
Zalim tanrıyı aşkın cismine büründürdü
Sürekli tövbe ve sonsuz kefaret
Aşk
Ne sınır ne hareket edecek yer var
Tarih öncesi karanlık gibi
26 Aralık 1998
Not: Yazıda tartışılan metinler Liu Xiaobo’nun farklı İngilizce derlemelerde yer alan makaleleridir. Çalışmaların büyük bir kısmı Perry Link ve meslektaşlarının derlediği No Enemies No Hatred: Selected Essays and Poems (2013) adlı kitapta bulunabilir. Şiir çevirisi için İngilizce ve Çince versiyonlar kullanılmıştır. Resimler sırayla South China Morning Post, tsquare.tv ve Wall Street Journal web sayfalarından alınmıştır.